Pazartesi

FAHRİYE

FAHRİYE
İki gece önceden toprağa düşen kar,  bugün yerini iliklere keskin bir bıçak gibi saplanan ayaza bırakıvermişti. Donmuş kar kümelerinin üzerinden ufacık kar taneleri rüzgârın verdiği güçle oradan oraya savrulurken yavaşça uzaklaşmakta olan at arabasının ardından öylece bakakaldı İhsan.  Soğuktan kilitlenmiş olan dudaklarının arasından iniltiye benzer bir ses çıktı:"Uğurlar ola yavrum"..! Kendisine bile zor duyulan sesi ne denli ulaşabilirdi ki yolcunun işitmez kulaklarına.  İçinde yanan ateş, dilindeki özlem nasıl ısıtabilirdi ki biricik yavrusunun hastalıklı bedenini... Kestiremedi bunu. Neredeyse baldırlarına dayanan kar yığınlarının arasında dikilip kaldı.
Dışarıdaki soğuğun kaç derece olduğu hakkında en ufak bir tahmini dahi yoktu. Fakat az daha beklerse olduğu yere yığılıp kalacağını adı gibi biliyordu. Ama yığılsa da bunun sebebi ne soğuk olacaktı ne de ihtiyarlık… Aklı öylesine cevapsız sualler ve sonu çözülmeyen düşüncelerle doluydu ki başının demir bir top gibi ağırlaştığını hissedip dengesini sağlayamayacağından endişelendi. Yavaşça ardına dönüp istemeye istemeye de olsa evinin yolunu tuttu. Allah biliyor ya, eve girmek şöyle dursun, kapının eşiğinden geçmek dahi içinden gelmiyordu. Avlunun kapısı meydana çıktıkça insanın başı yavaşça yere düşüyor ve kara gömülen ayaklarının çıkardığı çatır çutur sesler hiddetini kesiyordu. Üç beş adımlık yol bitip de ayakları avlunun kapısının önünde durduğunda biraz tereddüt yaşadı, daha sonra kendinden emin bir vaziyette avluya ayak bastı...
Başını yerden hiç kaldırmadan yavaşça ilerledi evin tahta kapısına... Eli, kapının tokmağına uzandığında morarmış parmaklarının güçsüzleştiği aklına gelen son şey oldu... Kapının açılıp da insanı titreten havanın tenini okşamasıyla ancak fark edebildi ne kadar çok üşüdüğünü... Ağabeyinin karısı Hacce Kadın sobayı güzelce yakıp sobanın yanındaki eski gaz yağı tenekesine ambardaki güz tezeklerini koymuştu. Olur da sobanın ateşi geçer, ağası da dışarı çıkmaya erinirse, sobaya bir güzel doldursun diye  düşünmüştü herhalde Hacce Kadın.
İhsan,  Hacce Kadın’ı severdi, severdi sevmesine de,  ne vardı, canının yekparesini, karısının tek yadigârını,  uzak diyarlara yangından mal kaçırırcasına uçuruverecek!  Başındaki örgü takkeyi sobanın çamaşır demirine asıp pencerenin yanındaki somyaya bıraktı halsiz bedenini. Pencere yola bakıyor, yol ona kızını yavaş yavaş uzaklara götüren yılan heyulası şeklinde beliriyordu zihninde. At arabasının hala görünürde olması içini titretiverdi birden... Gözlerinde biriken su damlalarının yanağında süzülmesine müsaade edip giderek gözden kaybolan atlıyı seyretti. "Kara sevda ağam,  bu kızın hastalığı kara sevda…" demişti Hacce Kadın.  Bir ay evvel hararetli hararetli İhsan'ı karşına alıp: "Harp başladı,  kör olasıca düşman  Akşehir'i kuşatmış  diyorlar.  Nice evlatlar ölüyor,  bunun Mustafa’sı mı yaşayacak. Hem haber salmış:  Nişanlıma durumu usulünce anlatın,  Allah başka yazılar yazar inşallah, Mustafa bu vakitten sonra Allah'a emanettir, diye. Şimdi senin kız,  gözünün önünde eriyip gideceğine fena mı olur Yaşar Ağa’nın karısı olsun?  Hem bak,  dediydi dersin,  hal değil seninkinin vaziyeti... Hiç olmazsa yuvası olur,  çoluk çocuğu karışır;  derdi de gider."  Bu sözlerden sonra İhsan bir şeyler sezinlemiş ve bunu önlemek istercesine: "Aman bacım,  Fahriyem daha kaç yaşında ki,  babası yaşındaki adama karılık edip kendi akranı çocuklara analık etsin?" O an Hacce Kadın, sevdiği saydığı bacısı,  ta gözünün gözbebeğine gözlerini belertip   kin kusarcasına: " Hay Ağam,  oturup sevmesini bilecek kadar böyüyor da, koskoca ağaya garılık edeceği vakıt mı yaşı güççülüyor." Diyecek bir şey bulamamıştı İhsan, susmuştu, zaten hep öyle yapardı ikircikli kaldığında, o zaman da öyle yaptı, Babasının yaptığı gibi iki elini yüzüne yapıştırıp saatlerce öyle kaldı.
Kuzeyden esen hoyrat poyraz rüzgâr genç kızın bedenini uyuşturmasıyla kız uyandı ve kendisini saran bedene sokuldu. Ortalık at arabasının çıkardığı gıcırtılı ses dışında sessizdi. Yanında duran Hacce Yengesine fazlaca yüklenmiş olmalıydı ki o da uyanıp yarı baygın bir sesle: "Fahriye uyandın mı kızım?" dedi. Fahriye’den ses çıkmıyordu; fakat kızın sıklıkla soluk alıp vermesi ve hala ağlıyor olduğunu düşündüren iç çekişleri uyandığına işaretti.  Hacce Kadın dışarıdaki soğuğa aldırış etmeksizin başının üzerindeki kalın battaniyeyi kaldırıp etrafı seyretti.Yanında saati yoktu -hoş bilse de saatten anladığı mı vardı?-  fakat yola çıkalı epey bir zaman geçtiğinin farkındaydı. Aslına bakılırsa onca saattir yolda olmalarına rağmen etrafta pek bir şey değişmişe benzemiyordu. Kar her yeri kaplamış, güneşse bir umut bulutların arasından ufak ufak sızıyor;  fakat yine de rengini vermiyordu gökyüzüne. Hacce Kadın burnunun fazlaca üşüdüğünü hissedince Fahriye'nin de üşümüş olacağını düşünerek sıkıca sarıldı kıza. Gözleri etrafı kaplayan beyaz örtüyü seyrediyor, beyaz örtü yol boyu daha çok ortalığa çıkıyor ve yol kendilerini rüzgârla birlikte daha da fazla yutmaya başlıyordu. Fahriye’nin gözyaşları kadının battaniyenin altındaki elini ıslatınca merhametle kızın başını okşayıp: "Kara sevda zor be kızım. Bu yaşta olur iş mi?" diye kendi kendine mırıldanmaya başladı. Sesinin tonundan haberdar olmadığı için ağzından çıkan sözler Fahriye'nin de kulağına gitti. Fahriye bunun üzerine sessiz sessiz ağlamaya başlayıp “Mustafa” diye sayıklamaya başlayınca Hacce Kadın anadan belleme öğütlerini  anlatmaya koyuldu. Ara sıra kızın başını okşuyor,  gözyaşlarını siliyor;  sonra bu işin böyle münasip olduğunu anlatıyor, ama Mustafa'nın adını anmıyordu bile. Adı gibi biliyordu kızın içindeki yaranın ne denli büyüdüğünü… Uzunca bir süre ağlamayı kesen Fahriye hiç ses çıkartmayınca Hacce Kadın uyumuş olduğunu düşündü. Bu sırada etrafta tek tük belirmeye başlayan evleri görünce “Hele şükür, geldik!”  diye geçirdi içinden. Bu sırada arabacının sigaradan çatallaşmış boğuk sesi duyuldu: "Hacce Bacı,  ha buradır köy!”   Hacce Kadın cevap vermeden öylece etrafı seyretmeye devam etti. At arabasının köye girmesiyle köpek sesleri artmaya başladı. Hacce Kadın Fahriye'yi uyandırmak istedi; ama kızdan çıt çıkmayınca “masum yavrucak uyusun” diye geçirdi içinden. İyi bellemişti kızın bu halini soranlara ne diyeceğini: "Garip anassı da göçüp gidince öte tarafa, tek teselliyi görpe gardaşı İzzet’te  bulmuştu. Ta güççük yaştan analık etmişti İzzet’e. Sonra “Harp çıkmış, düşman memleket toprağını istila edecekmiş.” lafları ayyuka çıkınca İzzet hiç durmadan goptu gitti cepheye.  O vakıttan belli de bu kızın hali perişandır." deyiverecekti. Yoksa bir duyulsa “Ağa 'ya gelen kızın sevdalısı varmış.”  diye,  nice olurdu halleri?  Hacce Kadın bunları aklında ölçüp tartarken arabacının sesi yeniden duyuldu: "Bacım şu iki katlı seraydır Ağa'nın evi…"  Hacce Kadın arabacının sesini duyar duymaz kızın böğründeki sıcak ellerini gün yüzüne çıkartıp soğuktan donan yüzünde gezdirdi. “Yazzık gı gıza,  uyandırayım” diye geçirdi içinden. Ama ne çare Fahriye uyanmak bilmiyordu. Baktı ki kız uyanmayacak, arabadan inip Fahriye’yi de sürüklercesine arabadan çıkartıp utana sıkıla arabacının gitmekte olduğu  avlunun yanına yürüttü. Arabacı avlunun büyük, zindan kapısı gibi kapısına vurunca kâhya kılıklı bir adam belirdi. Adam şaşkın şaşkın Hacce Kadın'a bakarken Hacce Kadın zaman kaybetmedi: "Ağana haber ver, biz Ahırlı köyünden gelecek olan konuklarız." dedi. Adam bir Hacce Kadın’a bir Fahriye'nin görünen tek yeri olan allı yeşilli patikli çarıklarına bakıyordu. Sonunda avludaki herkesin, hatta yoldan geçenlerin de duyacağı bir şekilde bağırmaya başladı: “Geldiler Ağam,  sabahtan beri beklediğiniz konuklarınız geldi.”  Avlunun hemen karşı tarafında yıkık dökük bir kerpiç duvarın kenarında bekleşen iki kadından kısa boylu ve toparlak yüzlü olanı  öbürüne eğilip: "Abooov… Hani Ağamızın yeni gelini delağanlı olacaadı?” deyince iki kadın arasındaki fıkırdaşma arttı. Onlar dedikodularını yaparken önde Yaşar Ağa arkada Saime Kadın merdivenlerde göründü. Yaşar Ağa'nın ağzı kulaklarındaydı. Lakin Hacce Kadın'ın sırtında Fahriye olduğunu tahmin ettiği kişinin hasta olmasından endişelenip kızın yukarı çıkartılmasını yanı başında ciğerci kedisi gibi duran kâhyadan istedi.
Akşama ancak uyanan Fahriye'nin bedeni ateşler içinde yanıyor, uykusunda “Mustafa” diye sayıklıyordu. Allah'tan Hacce Kadın hariç kimse kızın ağzından çıkanları anlayamıyordu. Hacce Kadın melik metelik diyerek Mustafa hikâyesini anlatmaya koyuldu. Ne de olsa burası uzak bir köydü ve kendi köyleriyle pek bir münasebeti yoktu buraların.  Bu vakitten sonra da birbirlerinin yüzlerini görmezlerdi zaten. Kapının önünde bekleşen Yaşar Ağa ile Saime Kadın'ın iki kızı Fahriye'ye nefretle bakıyordu. Büyük kız Nebahat on sekizine yeni basmıştı,  üstelik bir muallimle sözlüydü de. Küçük kız Zehra Fahriye'yle yaşıttı on altısına yeni girmişti daha... En çok onun içi kin doluydu hem Fahriye'ye hem kendisine. Çünkü kendisi erkek doğsaydı anası ne kadınlığını bir köşeye atıp kocasına karı aramak zorunda kalacaktı, ne de her gece yastığı yüzüne basıp ağlayacaktı. Hacce Kadın kızların somurtuşunu görünce:  “Pek de yabaniler,  Allah vire de Fahriye’mle iyi geçinseler.” diye geçirdi içinden. Ama nafile… Kızların bakışları yumuşayacak gibi değildi. Pek zorlarına gitmişti babasının bu yaşta evlenmek istemesi. Hoş evlenmeyi Yaşar Ağa'nın aklına sokup kocasına helal süt emmiş bir kız bulmak analarının fikriydi ya, ne etsinler... Fahriye'nin köye gelmesiyle her yere haber salınmış, bir hafta sonra yapılacak düğünün hazırlıklarına başlanmıştı. Geldiğinden beri bir lokma yemeyip bir kelam konuşmayan Fahriye, Yaşar Ağa'nın umurunda olmasa da Saime Kadını düşündürmüştü. Kız habire ağlayıp gözleri dalıyor,  Hacce Kadın'ın koynundan çocuk gibi ayrılmıyordu. Düğün olmadan iki gece evvel Saime bu böyle olmaz deyip Hacce Kadını köye gönderdi. Zaten o vakitte Fahriye yine sızıp kalmıştı. Zavallıcığın haberi bile olmadı uyanıp da Hacce Yengesi'ni yanında göremeyince nasıl bir boşluğa düştüğünü anladı. Biri bir şey söyler de canını sıkar diye ara sıra ayağa kalkıp etrafı toplama çabasına giriyordu.  Ama bedeni epey cansızdı. Neredeyse ekmekten başka bir şey  yiyemez olmuştu geldiğinden beri. Saime,  kızın haline içten içe acıyor, “İyi mi ettim bu kızı bulmakla” diye düşünmeden edemiyordu. Fahriye, Yaşar Ağa'yı daha görmemişti, hoş görse ne olacaktı, sevgisi mi düşecekti? Yaşar Ağa’ysa taze karısının gönlü hoş olsun diye düğünden bir gece evvel evinde kadınlara şenlik düzenlettirdi. Bir nevi kına gecesiydi. Saime hısımlarını çağırıp şenliğe gelenlere ziyafet verdi. Gelenler yiyip içmeye değil de Ağa’nın yeni karısını görmeye gelmiş gibiydiler. Kızın dünyadan kopmuş hali gelenlerin ona acımasına neden oluyordu. Sağda solda kadınların:  "Yazzık gıı! Olacak iş mi, gırk beşini  geçmiş,  boyu kadar çocukları olan adama bu masumcaaz  n’örsün?" sözleri konuşuluyordu.  Kimisi kızın haline dayanamayıp erkenden çıkıp gittiler. Saime, Fahriye'yi yordamına göre uyarıp ona kızmak istiyor; ama beceremiyordu. “Yok anam yok ” dedi içinden,  “ sakın bu kız ince hatalığa yakalanmış olmasın. ”  Ama naçar  söyleyemedi bunu kocasına. Nasıl derdi:  “Ağam bu kız sana kadınlık edemez.” diye. Dört diyara haber salınmıştı bir kere. Herkes dağılıp da karanlık  iyice çökünce Fahriye çömeldiği mindere büzüşüp yine ağlamaya başladı. Saime bu sefer hiç yanaşmadı yanına.  “Nasılsa yarın düğün günüdür,  bugün son alımlığını alsın.” dedi.
Ertesi gün ortalık ağarıp güneş beş mızrap boyu  görününce ortalığı bir davul gümbürtüsü sardı. Düğün hazırlıklarıyla uğraşan Saime kocasını çağırmak için kendi odasına gitti. Yaşar Ağa yatağında yoktu. Dün de gelmemişti. Ömrü hayatında ilk kez kocası yanında yatmamıştı.Gözünden akan iki damlaya mani olamadı. İçinden kendince uydurduğu duaları okuyup üstünü değiştirmeye koyulduğu vakit büyük kızı Sebahat'in kendisine seslendiğini duydu. Kızın sesleri artmaya başlayınca odadan bir koşu çıkıp sesin geldiği odaya gitti. Fahriye için hazırlanan odadan geliyordu ses. Odaya girmesiyle kızlarının başında bekleştiği Fahriye'nin cesedini görmesi bir oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder