Perşembe

YALAN OLSA




YALAN OLSA

Yalan olsa;
Denizin renginin gökten geldiği,
Havaya bıraktığım balonun geri gelmeyeceği,
Gündüzlerin hep karanlık gecelere dönüşeceği…

Yalan olsa;
İnsanın emeklemeden yürüyemeyeceği,
Kelebeğin ertesi gün öleceği, aşkın kelebeğe benzeyeceği...

Yalan olsa;
Sonsuz gibi görünen hayatta, her saniye ölüme yaklaşmak,
Kuşlara özenip onlar gibi uçamamak,
İnsanların her dediğine inanmak..

Yalan olsa;
Bulutların pamuktan olmaması,
Sevdiğinin aşka inanmaması,
Tüm bildiğim yalanlar…  Yalan olsa!

                                                                   Asuman SARIBAŞ 

ÖĞRENCİ MİLLETİ




ÖĞRENCİ MİLLETİ

Dershane okul arasında geçer günleri,
Ah hiç bitmez ki dertleri,
Karşıdır ona,müdürü,öğretmeni,hizmetlisi,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Coğrafyası,matematiği,fiziği,

Kafa şişirir hepsi,
Hani nerde bunun tatili?
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Üniversite kazanması ona dert değil ki,

Olsun o 45’in de talibi,
Sınıfı geçmektir tek derdi,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Geçer fonksiyonlarla baharın en güzel günleri,

İllallah dedirtir manyetiği,
Tek eğlencesi kaynatmaktır dersi,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Şaka yapsa, var bunun bir disiplini,

Oturup somurtsa ararlar rehberliği,
Ah geldi gitti burada gençliği,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Kaçsa okuldan, yanına alıp kankisini,

Ararlar hemen velisini,
Tek isteği yaşamaktır gençliğini,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?

Tutturur hocası bir takdiri,

Ah bir de var ‘’ben senin yaşındayken..’’ diyenleri,
Anlamazlar ki öğrenciyi,
İsyan etmesin de ne yapsın öğrenci milleti?
                     
                                                                                               Merve Uğur

Çarşamba

UMUT SAKLI BİR YERDE



UMUT SAKLI BİR YERDE

Gözlerinde küçücük masum çocuğun
Sayfada yeni bir hayata doğuşu sözün
Günaydında taptaze bir aydınlık günün
 Hislerinde bir pırıltı umut dolu bir gencin
İçmesinde ilacını şifa arayan hastanın
Dayanması bastonuna torunlarına bakıp yaşlı adamın
Seçmesinde  hangisini kucağıma alsam deyip  
Memleket sevdalısında gurbette gün sayan
Güz güllerinde  kışa inat yeniden doğan
Duasında yavrusuna  bir annenin
Uçmasında büyüyüp minicik kuşun
Gönülde bir türlü adresi sorulmayan...

Umut saklı bir yerde,
Çoğu sorar hani? "Nerde"

                                             Asuman SARIBAŞ

ALDANMA SESSİZLIĞİME



ALDANMA SESSİZLIĞİME

Dertlerimin,
İçimde bir çığ gibi büyüyüp yüreğime sığmayışı ne zor,
Bilir misin? 

Aldanma sessizliğime ben aldırmıyorum sensizliğe…
Kendimden habersiz olduğum zamanlarda
Senden de habersiz olmanın bıkkınlık verdiğini,
Bilir misin? 

Aşkın alev alev sarmış olsa da içimi,
O alevler yaktı kalbimdeki yerini,
Aldanma sessizliğime, sana ait bendekini
Bilir misin?

 Merak ettim ey yar, zulüm yormadı mı seni?
Telafisini bıraktım da içten bir pişmanlığı,
Bilir misin?

Vicdanın seni terk etmişken bunları sormak saçma ama,
Bir gün elbet konuşacağım ben de,
İşte o zaman bulup da bana bir cevap
Verebilir misin?

                                                                    Asuman SARIBAŞ

Salı

EMİR

 
Dayan be gönlüm dayan !
Bilmez misin?
Vardır aydınlık bir sabahı her gecenin.

Ağlama be gözlerim ağlama !
Bilmez misin?
Vardır bir dermanı her derdin.

Sus be dilim sus !
Bilmez misin?
Yaradan der : Kurtulur dilini tutan.

Kırıl kalbim kırıl !
Bilmez misin?
Ben kırık kalplerdeyim diye buyurdu Rahman.

                                                     Merve UĞUR

GİTMEK -KALMAK

 
Zor olan şey kalmak ya da gitmek değildir.
Gidersin ardında bir şeyler bırakarak. Ama yeni insanlara, yeni yüzlere,yeni hayata. Yani hep yeni olan bir şey vardır hayatında.Yeniden başlamana izin verilir hayata..
Kalırsın kendi başına. Giden götürmüştür aslında hatıraları. Sadece zaman ister artık her şey. Biraz sabır biraz zaman.. Geçince o zaman yeniden bir hayat kurarsın gelenlerle. Yeniden başlamana izin verilir hayata..
Ya hem kalıp,hem gidenler?
Kimse bilmez aslında onların yaralarını. Oysa onlar hatıraları alıp sevdiklerinin hayaletleriyle birlikte yine aynı yerdedirler. Aslında öyle değişmiştir ki hayatları.. Ve öyle aynıdır ki..
Hep tek kişilik yaşamışlardır..
Tek kişilik sevmişler, aylarca tek başlarına masum aşkları için debelenmişlerdir.. Ama onlar öyle kalabalıktırlar ki..
Kolay değildir hem giden hem kalan olmak.
Cesaret ister. Yeni gelenleri olmaz onların. Gelenlerde eski kişileri bulurlar hep. Pardon onlar için eski kavramı yoktur.
İşte onlar gelecekle geçmişin birleştiği kimselerdir.
Siz siz olun ki asla yaklaşmayın onlara !
Ne bir gelecekleri vardır, ne de geçmişleri…
Çünkü geçmiş onlar için geçmemiştir hala…


                               Merve UĞUR

KİMSE




Ağlıyorum;
Sessiz ve soğuk gecede,
Çığlıklarım karışıyor sessizliğe,
Ve duymuyor kimse...

Bağırıyorum;
Tanıyan,bilen herkese,
'Neden' diye,
Cevap vermiyor kimse...
Ölüm öncesi yorgunluk var gözlerimde,
Yalanlarla boğuştum günlerce,
Umursamıyor kimse...

Artık acımıyorum ben de,
Sevmiyorum kimseyi de!
Ne haliniz varsa görün diyorum sadece..

                                    
                           Merve UĞUR

Perşembe

SENSİZLİK

SENSİZLİK

Vefasız olana mıydı, yangının ey yüreğim,
Yol yol aldın da gam yüklüsün şimdi,
Yıllar var ki, ben seni aradım durdum,
O güzel hayalinle, gönlümü avuttum,

Yanlış zamanda, yanlış yerde seni buldum sandım,
Sen görmeden sevdiğim, hiç bilmeden beklediğim,
Tüm duygularımdan öte, ta derinden özlediğim…
Sen en güzel duygularla düşlerimi süslediğim,

Sevdiğim deyip ardına düştüğüm,
Yanlış zaman da, yanlış yerde, seni buldum sandım,
Gün ufukta kayboldu, benimse güllerim sensizce soldu…
Zaman tarifsiz yok oldu, benimse vaktim doldu,

Ne başlangıcı var bu hikâyenin,
Ne de beklenen bir sonu…
Bu öncesi de sonrası da olmayan, her şeyden önce
Sensiz olan bir hikâye…

Yanımda yoktun sen, o güzel hayallerle yaşarken,
Yine yoksun sen ben yarınlara koşarken…


Tuğba YILMAN

UNUTAMAZSIN

UNUTAMAZSIN

Her olayın bıraktığı bir iz vardır, nereye baksan bir şey hatırlarsın,
Bazen bir ah çekersin… Ve eskilere gidersin…
Gözlerin dolar hüzünlenirsin, bazen de bir huzur dolar yüreğine,
Mutluluk okunur gözlerinde, bazen kendine kızarsın,

Bazen en iyileri hatırlar, kendinle gurur duyarsın,
Yine geçmişinle ve geleceğinle sevinir durursun,
İyisiyle, kötüsüyle, hüznüyle ve sevinciyle,
Olanlar olmuştur bir kere, ama asla UNUTAMAZSIN!..

Tuğba YILMAN

Pazartesi

FAHRİYE

FAHRİYE
İki gece önceden toprağa düşen kar,  bugün yerini iliklere keskin bir bıçak gibi saplanan ayaza bırakıvermişti. Donmuş kar kümelerinin üzerinden ufacık kar taneleri rüzgârın verdiği güçle oradan oraya savrulurken yavaşça uzaklaşmakta olan at arabasının ardından öylece bakakaldı İhsan.  Soğuktan kilitlenmiş olan dudaklarının arasından iniltiye benzer bir ses çıktı:"Uğurlar ola yavrum"..! Kendisine bile zor duyulan sesi ne denli ulaşabilirdi ki yolcunun işitmez kulaklarına.  İçinde yanan ateş, dilindeki özlem nasıl ısıtabilirdi ki biricik yavrusunun hastalıklı bedenini... Kestiremedi bunu. Neredeyse baldırlarına dayanan kar yığınlarının arasında dikilip kaldı.
Dışarıdaki soğuğun kaç derece olduğu hakkında en ufak bir tahmini dahi yoktu. Fakat az daha beklerse olduğu yere yığılıp kalacağını adı gibi biliyordu. Ama yığılsa da bunun sebebi ne soğuk olacaktı ne de ihtiyarlık… Aklı öylesine cevapsız sualler ve sonu çözülmeyen düşüncelerle doluydu ki başının demir bir top gibi ağırlaştığını hissedip dengesini sağlayamayacağından endişelendi. Yavaşça ardına dönüp istemeye istemeye de olsa evinin yolunu tuttu. Allah biliyor ya, eve girmek şöyle dursun, kapının eşiğinden geçmek dahi içinden gelmiyordu. Avlunun kapısı meydana çıktıkça insanın başı yavaşça yere düşüyor ve kara gömülen ayaklarının çıkardığı çatır çutur sesler hiddetini kesiyordu. Üç beş adımlık yol bitip de ayakları avlunun kapısının önünde durduğunda biraz tereddüt yaşadı, daha sonra kendinden emin bir vaziyette avluya ayak bastı...
Başını yerden hiç kaldırmadan yavaşça ilerledi evin tahta kapısına... Eli, kapının tokmağına uzandığında morarmış parmaklarının güçsüzleştiği aklına gelen son şey oldu... Kapının açılıp da insanı titreten havanın tenini okşamasıyla ancak fark edebildi ne kadar çok üşüdüğünü... Ağabeyinin karısı Hacce Kadın sobayı güzelce yakıp sobanın yanındaki eski gaz yağı tenekesine ambardaki güz tezeklerini koymuştu. Olur da sobanın ateşi geçer, ağası da dışarı çıkmaya erinirse, sobaya bir güzel doldursun diye  düşünmüştü herhalde Hacce Kadın.
İhsan,  Hacce Kadın’ı severdi, severdi sevmesine de,  ne vardı, canının yekparesini, karısının tek yadigârını,  uzak diyarlara yangından mal kaçırırcasına uçuruverecek!  Başındaki örgü takkeyi sobanın çamaşır demirine asıp pencerenin yanındaki somyaya bıraktı halsiz bedenini. Pencere yola bakıyor, yol ona kızını yavaş yavaş uzaklara götüren yılan heyulası şeklinde beliriyordu zihninde. At arabasının hala görünürde olması içini titretiverdi birden... Gözlerinde biriken su damlalarının yanağında süzülmesine müsaade edip giderek gözden kaybolan atlıyı seyretti. "Kara sevda ağam,  bu kızın hastalığı kara sevda…" demişti Hacce Kadın.  Bir ay evvel hararetli hararetli İhsan'ı karşına alıp: "Harp başladı,  kör olasıca düşman  Akşehir'i kuşatmış  diyorlar.  Nice evlatlar ölüyor,  bunun Mustafa’sı mı yaşayacak. Hem haber salmış:  Nişanlıma durumu usulünce anlatın,  Allah başka yazılar yazar inşallah, Mustafa bu vakitten sonra Allah'a emanettir, diye. Şimdi senin kız,  gözünün önünde eriyip gideceğine fena mı olur Yaşar Ağa’nın karısı olsun?  Hem bak,  dediydi dersin,  hal değil seninkinin vaziyeti... Hiç olmazsa yuvası olur,  çoluk çocuğu karışır;  derdi de gider."  Bu sözlerden sonra İhsan bir şeyler sezinlemiş ve bunu önlemek istercesine: "Aman bacım,  Fahriyem daha kaç yaşında ki,  babası yaşındaki adama karılık edip kendi akranı çocuklara analık etsin?" O an Hacce Kadın, sevdiği saydığı bacısı,  ta gözünün gözbebeğine gözlerini belertip   kin kusarcasına: " Hay Ağam,  oturup sevmesini bilecek kadar böyüyor da, koskoca ağaya garılık edeceği vakıt mı yaşı güççülüyor." Diyecek bir şey bulamamıştı İhsan, susmuştu, zaten hep öyle yapardı ikircikli kaldığında, o zaman da öyle yaptı, Babasının yaptığı gibi iki elini yüzüne yapıştırıp saatlerce öyle kaldı.
Kuzeyden esen hoyrat poyraz rüzgâr genç kızın bedenini uyuşturmasıyla kız uyandı ve kendisini saran bedene sokuldu. Ortalık at arabasının çıkardığı gıcırtılı ses dışında sessizdi. Yanında duran Hacce Yengesine fazlaca yüklenmiş olmalıydı ki o da uyanıp yarı baygın bir sesle: "Fahriye uyandın mı kızım?" dedi. Fahriye’den ses çıkmıyordu; fakat kızın sıklıkla soluk alıp vermesi ve hala ağlıyor olduğunu düşündüren iç çekişleri uyandığına işaretti.  Hacce Kadın dışarıdaki soğuğa aldırış etmeksizin başının üzerindeki kalın battaniyeyi kaldırıp etrafı seyretti.Yanında saati yoktu -hoş bilse de saatten anladığı mı vardı?-  fakat yola çıkalı epey bir zaman geçtiğinin farkındaydı. Aslına bakılırsa onca saattir yolda olmalarına rağmen etrafta pek bir şey değişmişe benzemiyordu. Kar her yeri kaplamış, güneşse bir umut bulutların arasından ufak ufak sızıyor;  fakat yine de rengini vermiyordu gökyüzüne. Hacce Kadın burnunun fazlaca üşüdüğünü hissedince Fahriye'nin de üşümüş olacağını düşünerek sıkıca sarıldı kıza. Gözleri etrafı kaplayan beyaz örtüyü seyrediyor, beyaz örtü yol boyu daha çok ortalığa çıkıyor ve yol kendilerini rüzgârla birlikte daha da fazla yutmaya başlıyordu. Fahriye’nin gözyaşları kadının battaniyenin altındaki elini ıslatınca merhametle kızın başını okşayıp: "Kara sevda zor be kızım. Bu yaşta olur iş mi?" diye kendi kendine mırıldanmaya başladı. Sesinin tonundan haberdar olmadığı için ağzından çıkan sözler Fahriye'nin de kulağına gitti. Fahriye bunun üzerine sessiz sessiz ağlamaya başlayıp “Mustafa” diye sayıklamaya başlayınca Hacce Kadın anadan belleme öğütlerini  anlatmaya koyuldu. Ara sıra kızın başını okşuyor,  gözyaşlarını siliyor;  sonra bu işin böyle münasip olduğunu anlatıyor, ama Mustafa'nın adını anmıyordu bile. Adı gibi biliyordu kızın içindeki yaranın ne denli büyüdüğünü… Uzunca bir süre ağlamayı kesen Fahriye hiç ses çıkartmayınca Hacce Kadın uyumuş olduğunu düşündü. Bu sırada etrafta tek tük belirmeye başlayan evleri görünce “Hele şükür, geldik!”  diye geçirdi içinden. Bu sırada arabacının sigaradan çatallaşmış boğuk sesi duyuldu: "Hacce Bacı,  ha buradır köy!”   Hacce Kadın cevap vermeden öylece etrafı seyretmeye devam etti. At arabasının köye girmesiyle köpek sesleri artmaya başladı. Hacce Kadın Fahriye'yi uyandırmak istedi; ama kızdan çıt çıkmayınca “masum yavrucak uyusun” diye geçirdi içinden. İyi bellemişti kızın bu halini soranlara ne diyeceğini: "Garip anassı da göçüp gidince öte tarafa, tek teselliyi görpe gardaşı İzzet’te  bulmuştu. Ta güççük yaştan analık etmişti İzzet’e. Sonra “Harp çıkmış, düşman memleket toprağını istila edecekmiş.” lafları ayyuka çıkınca İzzet hiç durmadan goptu gitti cepheye.  O vakıttan belli de bu kızın hali perişandır." deyiverecekti. Yoksa bir duyulsa “Ağa 'ya gelen kızın sevdalısı varmış.”  diye,  nice olurdu halleri?  Hacce Kadın bunları aklında ölçüp tartarken arabacının sesi yeniden duyuldu: "Bacım şu iki katlı seraydır Ağa'nın evi…"  Hacce Kadın arabacının sesini duyar duymaz kızın böğründeki sıcak ellerini gün yüzüne çıkartıp soğuktan donan yüzünde gezdirdi. “Yazzık gı gıza,  uyandırayım” diye geçirdi içinden. Ama ne çare Fahriye uyanmak bilmiyordu. Baktı ki kız uyanmayacak, arabadan inip Fahriye’yi de sürüklercesine arabadan çıkartıp utana sıkıla arabacının gitmekte olduğu  avlunun yanına yürüttü. Arabacı avlunun büyük, zindan kapısı gibi kapısına vurunca kâhya kılıklı bir adam belirdi. Adam şaşkın şaşkın Hacce Kadın'a bakarken Hacce Kadın zaman kaybetmedi: "Ağana haber ver, biz Ahırlı köyünden gelecek olan konuklarız." dedi. Adam bir Hacce Kadın’a bir Fahriye'nin görünen tek yeri olan allı yeşilli patikli çarıklarına bakıyordu. Sonunda avludaki herkesin, hatta yoldan geçenlerin de duyacağı bir şekilde bağırmaya başladı: “Geldiler Ağam,  sabahtan beri beklediğiniz konuklarınız geldi.”  Avlunun hemen karşı tarafında yıkık dökük bir kerpiç duvarın kenarında bekleşen iki kadından kısa boylu ve toparlak yüzlü olanı  öbürüne eğilip: "Abooov… Hani Ağamızın yeni gelini delağanlı olacaadı?” deyince iki kadın arasındaki fıkırdaşma arttı. Onlar dedikodularını yaparken önde Yaşar Ağa arkada Saime Kadın merdivenlerde göründü. Yaşar Ağa'nın ağzı kulaklarındaydı. Lakin Hacce Kadın'ın sırtında Fahriye olduğunu tahmin ettiği kişinin hasta olmasından endişelenip kızın yukarı çıkartılmasını yanı başında ciğerci kedisi gibi duran kâhyadan istedi.
Akşama ancak uyanan Fahriye'nin bedeni ateşler içinde yanıyor, uykusunda “Mustafa” diye sayıklıyordu. Allah'tan Hacce Kadın hariç kimse kızın ağzından çıkanları anlayamıyordu. Hacce Kadın melik metelik diyerek Mustafa hikâyesini anlatmaya koyuldu. Ne de olsa burası uzak bir köydü ve kendi köyleriyle pek bir münasebeti yoktu buraların.  Bu vakitten sonra da birbirlerinin yüzlerini görmezlerdi zaten. Kapının önünde bekleşen Yaşar Ağa ile Saime Kadın'ın iki kızı Fahriye'ye nefretle bakıyordu. Büyük kız Nebahat on sekizine yeni basmıştı,  üstelik bir muallimle sözlüydü de. Küçük kız Zehra Fahriye'yle yaşıttı on altısına yeni girmişti daha... En çok onun içi kin doluydu hem Fahriye'ye hem kendisine. Çünkü kendisi erkek doğsaydı anası ne kadınlığını bir köşeye atıp kocasına karı aramak zorunda kalacaktı, ne de her gece yastığı yüzüne basıp ağlayacaktı. Hacce Kadın kızların somurtuşunu görünce:  “Pek de yabaniler,  Allah vire de Fahriye’mle iyi geçinseler.” diye geçirdi içinden. Ama nafile… Kızların bakışları yumuşayacak gibi değildi. Pek zorlarına gitmişti babasının bu yaşta evlenmek istemesi. Hoş evlenmeyi Yaşar Ağa'nın aklına sokup kocasına helal süt emmiş bir kız bulmak analarının fikriydi ya, ne etsinler... Fahriye'nin köye gelmesiyle her yere haber salınmış, bir hafta sonra yapılacak düğünün hazırlıklarına başlanmıştı. Geldiğinden beri bir lokma yemeyip bir kelam konuşmayan Fahriye, Yaşar Ağa'nın umurunda olmasa da Saime Kadını düşündürmüştü. Kız habire ağlayıp gözleri dalıyor,  Hacce Kadın'ın koynundan çocuk gibi ayrılmıyordu. Düğün olmadan iki gece evvel Saime bu böyle olmaz deyip Hacce Kadını köye gönderdi. Zaten o vakitte Fahriye yine sızıp kalmıştı. Zavallıcığın haberi bile olmadı uyanıp da Hacce Yengesi'ni yanında göremeyince nasıl bir boşluğa düştüğünü anladı. Biri bir şey söyler de canını sıkar diye ara sıra ayağa kalkıp etrafı toplama çabasına giriyordu.  Ama bedeni epey cansızdı. Neredeyse ekmekten başka bir şey  yiyemez olmuştu geldiğinden beri. Saime,  kızın haline içten içe acıyor, “İyi mi ettim bu kızı bulmakla” diye düşünmeden edemiyordu. Fahriye, Yaşar Ağa'yı daha görmemişti, hoş görse ne olacaktı, sevgisi mi düşecekti? Yaşar Ağa’ysa taze karısının gönlü hoş olsun diye düğünden bir gece evvel evinde kadınlara şenlik düzenlettirdi. Bir nevi kına gecesiydi. Saime hısımlarını çağırıp şenliğe gelenlere ziyafet verdi. Gelenler yiyip içmeye değil de Ağa’nın yeni karısını görmeye gelmiş gibiydiler. Kızın dünyadan kopmuş hali gelenlerin ona acımasına neden oluyordu. Sağda solda kadınların:  "Yazzık gıı! Olacak iş mi, gırk beşini  geçmiş,  boyu kadar çocukları olan adama bu masumcaaz  n’örsün?" sözleri konuşuluyordu.  Kimisi kızın haline dayanamayıp erkenden çıkıp gittiler. Saime, Fahriye'yi yordamına göre uyarıp ona kızmak istiyor; ama beceremiyordu. “Yok anam yok ” dedi içinden,  “ sakın bu kız ince hatalığa yakalanmış olmasın. ”  Ama naçar  söyleyemedi bunu kocasına. Nasıl derdi:  “Ağam bu kız sana kadınlık edemez.” diye. Dört diyara haber salınmıştı bir kere. Herkes dağılıp da karanlık  iyice çökünce Fahriye çömeldiği mindere büzüşüp yine ağlamaya başladı. Saime bu sefer hiç yanaşmadı yanına.  “Nasılsa yarın düğün günüdür,  bugün son alımlığını alsın.” dedi.
Ertesi gün ortalık ağarıp güneş beş mızrap boyu  görününce ortalığı bir davul gümbürtüsü sardı. Düğün hazırlıklarıyla uğraşan Saime kocasını çağırmak için kendi odasına gitti. Yaşar Ağa yatağında yoktu. Dün de gelmemişti. Ömrü hayatında ilk kez kocası yanında yatmamıştı.Gözünden akan iki damlaya mani olamadı. İçinden kendince uydurduğu duaları okuyup üstünü değiştirmeye koyulduğu vakit büyük kızı Sebahat'in kendisine seslendiğini duydu. Kızın sesleri artmaya başlayınca odadan bir koşu çıkıp sesin geldiği odaya gitti. Fahriye için hazırlanan odadan geliyordu ses. Odaya girmesiyle kızlarının başında bekleştiği Fahriye'nin cesedini görmesi bir oldu.

Cuma

GİDECEĞİNİ BİLE BİLE…



Önce gönderdiğin bir resmi sevdim,
Siyah-beyaz oysa; renklerini gördüm tek tek…
Kırmızıyı, maviyi, yeşili, pembeyi ve gökyüzünü kıskandıracak beyazı gördüm…

Sonra bakışlarını sevdim.
Yüreğime işleyen bakışlarını
Beni sana mahkum eden gözlerinin esiri oldum.
Her baktığımda biraz daha senin oldum.
Suyum ve aşım sen oldun….
Sonra bana dokunmanı sevdim…
Yandım her dokunduğunda biraz daha teninde yandım….

Sonra gülüşünü içimi ısıtan gülüşünü,
Sonra rüzgarla savrulan mis kokulu saçlarını sevdim….

Bir an geldi artık hayat sen oldun…
Aynaya baktığımda bir serseri gördüm hep seni seven bir serseri…
Sonra yaşadığın şehri sevdim bu sevdiğim şehirden gidecek kadar…..

Ve anladım ki ben sadece sevdim…
Hissettim ilk kez canımın yandığını
İlk kez aciz olduğumu.

Ben seven sen sevilen işte karşında bir çocuktan ne farkım vardı ki…
Gideceğini bile bile sevdim seni..


Bir ömür hasretinle yaşasam da
Bir anın seninle geçecek bir anın mutluluğu için yine de sevdim seni…

Ve gittin sevgime inanmadığını söyledin…
Gideceğini başından beri bile bile sevdim seni…
Kalbime düşen bu ilk ateşle yaktın beni..
Ben yanmayı seçtim sen ise yakmayı,
Ben sevmeyi sen kaçmayı seçtin…

Pes ettin dedin ben ise en büyük savaşları göze aldım bir kez bana güvenmen için
Ben sevdim sen ise bana güvenmedin……
Ve sen gittin…

Sevgim aciz ben çaresiz….
Oysa sana söyleyecek kelimelerim
Sana gösterecek hayallerim vardı sana dair….

Gözlerin önce gözlerimden kaçtı,
Sonra sesin soğudu
Ellerin buz kesti...

Oysa gitme kal demek
Dur yapma demek isterdim.
Diyemedim…


Tolga YILMAN

ANLAMIYORSUN BENİ DEĞİL Mİ?

Anlamıyorsun beni değil mi, seni nasıl sevdiğimi?

Bir toprak düşün; kurumuş aylardır…

Belki de yıllarca bir yağmur damlasının gelişine hasret, ümitle bekleyen…

Ben işte öyle bekliyorum seni.


Anlamıyorsun beni değil mi ya da ben anlatamıyorum…

Şöyle düşün o halde, bir çağlayan…

Sanki sana olan sevgim yüreğimden yüreğine akmak istiyor durmadan.

Öyle ki ben biteceğini düşünmüyorum bile

Korkmuyorum ben işte seni böyle seviyorum.


Yine de anlamıyorsun beni değil mi, ya da ben anlatamıyorum.

Ya da bir bebek düşün gecenin karanlığında…

Yalnız karanlıklarda sımsıcak bir sevgiye hasret…

Belki bir kucak, belki bir sıcaklık içini ısıtacak.

Eller uzansın diye bekliyor saçlarını okşayacak

Anlamıyorsun hala değil mi ya da ben anlatamıyorum.

Sensizlik dolu bir gecenin karanlığında bir çığlık düşün;

Hayk
ırdıkça haykırası geliyor dudaklarım yalnızlığımı…

Ve gözlerim ise o senin gözlerindeki tükenmeyen sevgiye hasret…


Anlamıyorsun beni değil mi ya da ben anlatamıyorum

Düşünüyorum da sende haklısın ben sana kendimi anlatamıyorum.

Belki de her söylediğim söz ya söylenmiş

Ya da ben sana sevgimi anlatacak kelime bulamıyorum…

Tolga YILMAN

Çarşamba

BEN OLMADAN YAŞIYORUM




Hayatımdan son kez çıktığın o gün,
Bütün güzellikleri bir bir kuruttun,
Her şeyi bırakıp gittiğini sanma!
Beni benden ayırıp yolda unuttun.

Saatimi hiç kurmadım yokluğunda,
Geceydi uyandığım her sabahta,
Artık ben, ben olmadan yaşıyorum,
Belki de olamam bir daha.

Hiçbir şeye tahammülüm kalmadı,
Bensiz kalan bana bile...
Hiçbir şey geri getiremez beni,
Ben bile bilmiyorum gittiğim yeri.

Ne yeni bir aşk, ne yeni bir sevgili,
Senin kadar sıcak değil kimsenin eli,
Kimsenin gözlerine bakamıyorum,
Artık ben, ben olmadan yaşıyorum.

Herkesi sana benzetip, kimseyi yerine koyamıyorum,
Ne geceler rahatlatıyor beni, ne de gündüzler,
Gittiğim her yerde varlığın beni gizler,
Gittiğim her yerde kendimi arıyorum
Artık ben, ben olmadan yaşıyorum.

Sensiz gecelerimi sayamadım, sayamadım çokluğundan,
Hüzünlerime sarılıp uyuyamadım,
Uyuyamadım yokluğundan...
Sesini kıstım artık çığlıklarımın.

Bir kere bile olsun duymadığından,
Şimdi uykusuz geçirdiğim her gece,
Sensiz ve bensiz yalnızlığa bürünüyorum,
Bana ben değil, sen lazımsın sadece,
ARTIK BEN BEN OLMADAN YAŞIYORUM!


TOLGA YILMAN 11-D

ÜMİT VE AZİM


Her kitap yeni bir gün gibidir. Her yeni gün bir kitaptır. Hayatın her sayfası ümitle açılır önümüze, okuyup okumamak, öğrenip öğrenmemek, yaşayıp yaşamamak bizim bileceğimiz iş. Taze başlangıçlar besler sonsuz ümitleri, yeni adımlar ulaştırır bizi çareye... Vazgeçmemek, asla yılmamak, yıkılmamak ve asla ümitsizliğe kapılmamak ise işin püf noktası, para kaybederseniz yeniden kazanabilirsiniz, sağlığınızı kaybederseniz belki de tedavi olabilirsiniz. Evinizi kaybederseniz satın alabilirsiniz, ama ümidinizi kaybederseniz; tümüyle kaybolursunuz. Her gün ve her kitap yeni bir ümittir bize, yani ümit fakirin ekmeği değil hayata tutunmanın ve her şartta ayakta kalmanın yöntemidir. Rahmet, tecellinin müjdesidir.

Mekke’den Medine’ye hicret eden peygamberimiz ile yol arkadaşını hatırlayalım. Mağara kuytusuna sığınmışken, düşman takipçileri kapıya dayanmış, öyle ki eğilseler görecekler. Hz. Ebu Bekir endişelenmiş, peygamberimiz buyurmuş ki; ‘Korkma ey Ebu Bekir Allah(c.c) bizimledir.’Tüm ümit kapıları kapandığın da bile Allah(c.c) el açıp bir ümitle bile olsa dua edip kurtulmuşlardır. İstiklal Marşımızı ‘–Korkma’ diye başlatan M. Akif ERSOY kuşkusuz ümidini kaybetmeyip halkını da ümitlendirmiştir. Ve yer yer hüzün kokan ülkesinin de sık sık ümidini şiirleştirir: ’Geleceği karanlık görerek azmi bırakmak alçak bir ölüm varsa ümitsizlik budur ancak, dünya da inanmam görsem bile gözümle imanı olan kimse gitmez bu ölümle davransana kalbin de senindir, ümitte senin iş bitti, Bu yolculuğun sonu yoktur deme! Yılma, yıkılma ve her zaman ümidi azim et’ .

‘İnsan azim ettikçe altından kalkamayacağı hiçbir zorluk yoktur’ bunun için daima ümitli ol, hayata bakış açın her zaman ümitli ve azimli olsun!

Tuğba YILMAN
10 /B

Pazar

DÜŞÜNCE YELKENİNDEYİM

Minik bir göçmen kuşun çığlığında yakaladım sabahı; ne gece, ne sabahtı zaman… Sonsuzluğun gri örtüsünü yırtmak üzereydi güneşin ilk ışıkları öylesine bir günü kucaklamak üzereyken aydınlık evrenin sonsuzluğunda bir nokta gibiydim. Başımı pencereye çevirince göz göze geldik denizle ve denizin eşsiz mavisiyle… Henüz uyanmamıştı martılar, gemiler, balıkçı tekneleri, kayıklar… Her şey, her yer uykudaydı. Güneşin ilk ışıkları, karşı tepenin bağrına saplandı birer birer. Homurtulu bir motor sesi duyuldu ana yoldan, sabahın alacakaranlığın da yitip gitti birazdan. Ansızın sokak ışıkları söndü. Sessizliğin içinde, sessizce otururken buldum kendimi ``Bugün yeni bir gündü, yarın bambaşka bir gün olacak’’ diye geçirdim içimden. Her yeni doğan günün, yeni bir başlangıç olduğunu, asıl gizlerin yarınlarda saklandığını anımsattım bir kez daha kendime. Gökyüzünün rengi, denizin mavisi, ağaçların yaprakları, kaldırımın taşları soğuktu.
Aceleci adımlar yürümüyordu sahilde, güneş sonunda çekmişti perdelerini tüm pencerelerin. Ama ilk ışıklar silememişti camlarda ki buğuyu, içimdeki sıcaklığa rağmen üşüdüm sabahın ayazında. Yüreğimin derinliklerinde bir telin ince ince sızını duydum ve gezinirken düşüncelerim de bir şairin dizelerine rastladım. `` Şehre inince keyfim kaçıyor, her yerde yüzüme çarpan bir tokat’’ Şimdi düşünce yelkenindeyim ve düşünüyorum hala!

TUĞBA YILMAN 10-B

YALNIZIM




Yalnızım, ıssız bir ada gibi…
Kalbim sevgisizlikten dağ,
Ne içinde yaşayanlar var,
Ne de etrafımda benim gibi yalnızlar...

Yalnızım, deniz ortasında kalmış bir sal gibi...
Bir oraya, bir buraya savruluyorum,
Ne elimden tutup çıkaranlar var,
Ne de etrafımda benim gibi savrulanlar...

Yalnızım, eşi kayıp bir ayakkabı gibi...
Kuytu köşeler de küfleniyorum,
Ne beni yıkabilecek cesur bir el var,
Ne de bana eş olacak insanlar...

Yalnızım, bir sürü apartmanın arasında sıkışmış bir ev gibi...
İçimi örümcek ağları sarmış,
Ne benim için içi burkulanlar var,
Ne de benim bu halimi umursayanlar...

Yalnızım, yapayalnız...
Herkes evine çekilmiş, perdelerini çekmiş.
Ne vefa kalmış, ne merhamet var,
Anladım ki; HEP YALNIZLIĞA MAHKÛM KALACAK İNSANLAR!

Tuğba YILMAN

HAYATA YANSIYAN MUTLULUK (Şule ULUSOY)


Umutsuz bir gecede

Yağmurun altında doyasıya ıslanmak

Hayallerinin bahçesinde,

Kendini bulmaktır mutluluk.


Bazen soluğun çıktığı kadar haykırmak,

Bazense çözümsüz bir yoldur.

Aslında siyah tülün ortasındaki beyaz perdedir,

Hayatı akışına bırakmaktır mutluluk.


Denizin sonsuz maviliğinde

Kem gözleri aramaktır.

Gözlerindeki bitmeyen hüznü kurulamak,

Kendine açık kapılar aramaktır mutluluk…


KIZGIN DAMLACIKLAR (Şule ULUSOY)

Gecenin hain karanlığında başladı ağlamaya

Sinili bir çocuk gibi dur durak bilmiyordu

Öyle bir esip gürlüyordu ki

Sanki acısını alıyordu ona ihanet edenlerden.

Belli ki canı yanmıştı.

Birileri tuz basmıştı kanayan yarasına

Acıtmıştı,incitmişti onu

Ama bir türlü dinmiyordu kanayan yarası.

Kan damlacıklarıyla dolmuştu İstanbul

Acısını almıştı onu inciten şehirden

Artık kızıl bir ışıkla gülümsüyordu

Hiçbir şey olmamış gibi...